YKS 2024'e Evden Hazırlanın! 7/24 Online Eğitim

Hemen İncele
Türk Dili ve Edebiyatı

Fabl Örnekleri | Uzun ve Kısa Fabllar

Fabl Örnekleri

Bu yazımızda Fabl Nedir? yazısından verdiğimiz bilgiler doğrultusunda uzun ve kısa fabl örnekleri paylaşacağız.

Örnekler, başlıklar halinde kısa ve uzun olarak verilecektir.
 

Kartal, Domuz ve Kedi

Kocamış bir meşe ağacının tepesine bir kartal yuva yapmış. Ağacın orta yerindeki kovuğu da bir yaban kedisi yerleşmiş. Dibinde de bir yaban domuzu yaşarmış. Herkes kendi bildiğince yaşayıp gidiyormuş. Fakat yaban kedisi bu düzeni bozmuş. Bir gün Kartala :
“İkimizin de canı tehlikede,” demiş. “Hele yavrularımızın ki daha çok tehlikede.”
Kartal: “Hayrola, ne var? Ne oluyor?” diye sormuş.
Kedi: “Daha ne olsun?” diye karşılık vermiş.
“Yaban domuzu durmadan barındığımız ağacın dibini kazıyor. Niyeti ağacı devirip, yavrularımızı yemek.”

Kedi böyle deyince kartalı bir korkudur almış. Ne yapacağını düşünmeye başlamış. Kartalın içine kuşku düşüren kedi, bu kez de doğruca aşağıya, domuzun yanına gitmiş. Kulağına eğilerek fısıltıyla:
“Aman komşum dikkatli ol!” demiş. “Sakın dışarı çıkayım deme. Kartalın niyeti çok kötü. Bütün gün senin yavrularındaydı gözü. Dostum olduğun için sana bunu söylüyorum. Sakın kartalın kulağına gitmesin.”

Böylece domuzu da korkuya düşüren kedi, bir kenara çekilmiş. Kartal ağaç devrilecek, domuz yavrularını yiyecek diye korkusundan yem aramaya gitmemiş. Domuz da şimdi kartal gelip yavrularımı kapacak diye korkudan yerinden ayrılmamış. Günlerce aç, susuz bekleyip durmuşlar. Sonunda kartal da, domuz da yavruları ile birlikte açlıktan ölmüşler.
Kedi de ortaya attığı fitne sayesinde karnını bir güzel doyurmuş. Hem kartalın, hem domuzun yavrularını bir güzel yemiş. Dünyada belaların en belası, en kötüsü fitnedir. Araya fitne girdi mi, nice dostluklar yıkılır, nice felaketler meydana gelir.
 

Meşe İle Saz

Meşe bir gün saza demiş :
“Doğrusu Tanrı size gadirlik etmiş. Minnacık bir serçe konsa üstünüze beliniz bükülüverir. Suları ürperten seher yeli baş eğdirir size. Bir de benim şu dağ gibi gövdeme bak! Güneş bile zor giriyor içime, fırtına dallarıma oyuncak. Her esen yel sana bora, bana kasırgalar meltem. Bari gelip gölgemde yaşasan da üzerine kanat gersem. Ama sizin soyunuz nedense gider sulu rüzgârlı yerlerde biter. Acıyorum sizlere, doğa haksızlık etmiş sazlara.”

“İyi yüreklisin,” demiş saz, meşeye. “Eksik olma ama bizim için üzülme. Benden çok sen kork rüzgârdan. Ben eğilirim kırılmam. Doğru, bugüne kadar dayanmışsın , dimdik durmuş , boyun eğmemişsin. Ama sertin serti var, bakarsan bir gün sen de rastlarsın,” demeye kalmamış rüzgâr, patlamış, öyle bir karayel ki…

O güne dek kimse rastlamamış böylesine. Rüzgârların anası kuzey, en azgın oğlunu salmış dünyaya. Saz eğilmiş, meşe dayanmış, karayel arttıkça artmış. Sonunda birdenbire gelmiş meşenin hakkından. Göklere değen başını sermiş yere, köklerini çıkarmış yedi kat yerden.
 

Kurt İle Köpek

Bir köpek ormanda gezerken kurtla karşılaşmış. Hasta ve çok zayıflamış olan kurt, ayakta zor durabiliyormuş. Köpek kurdun bu haline çok üzülmüş. “Ne kadar kötü görünüyorsun böyle kurt kardeş?” demiş. “Herkes bizi düşman bilse de, biz uzaktan akrabayız. Doğrusu sana yardım etmek isterim.”
“Hiç sorma.” demiş kurt. “Ağır bir hastalığa yakalandığım için uzun süre avlanamadım. Şimdi iyileştim ama bir av yakalayacak kadar gücüm kalmadı artık. Ben de böyle aç susuz dolaşıyorum artık.”
“Sen hiç üzülme.” demiş köpek. “Ben sana yardım edeceğim. Bu akşam sahibimin düğünü var. Akşam olunca köyün dışındaki çalılıklara gel.
Ben sana düğün yemeklerinin artıklarını taşırım.” Birkaç gün boyunca köpek tarafından beslenen kurt, sonunda kendini toparlayıp eski kuvvetine kavuşmuş. Teşekkür edip vedalaştıktan sonra da ormana gitmiş.

Aradan yıllar geçmiş. Köpek iyice yaşlanınca sahibi onu dışarı atmış. Ormanda aylak aylak gezen köpek, eski dostu kurtla karşılaşmış. “Hayrola?” demiş kurt. “Çok perişan görünüyorsun.” Köpek içini çekip; “Yaşlandım artık!” demiş. “Sahibimin işine yaramadığım için beni kovdu.”

Kurt; “biz eski dost değil miyiz?” demiş. “Şimdi yardım etme sırası bende. Hatırlasana, benim hayatımı nasıl kurtarmıştın? Hemen bir plan yapmalıyız. Tamam buldum! Senin sahibinin küçük bir çocuğu vardı değil mi? Şimdi ben gidip onu kaçıracağım, sen de geri götüreceksin. Böylece sahibin seni el üstünde tutacak.”

Bu sözleri söyleyen kurt, kaşla göz arasında gidip, çocuğu ormana getirmiş. Köydeki herkes silahlanıp ormana koşmuş ancak daha ormana girmeden, yaşlı ve işe yaramaz diye evden kovdukları köpeğin çocuğu geri getirdiğini görmüşler.
Bu olaydan sonra yaşlı köpeğin itibarı öyle artmış ki, insanlar onun kahramanlığını yüzlerce yıl çocuklarına anlatmışlar. Kurtla köpek arasındaki bu danışıklı dövüşü hiç kimse anlayamamış.
 

Bülbül ile Eşek

Eşek, bülbülün yoluna çıkmış, durdurmuş.
– Yahu, kardeş, demiş. Nereye gitsem, hep sen! Herkes bülbül diyor da başka bir şey demiyor. Yok, en güzel öten senmişsin, yok güle şu dünyada aşık olan tek senmişsin… Hele o güle olan aşkın, hele o!.. Öylesine bir aşk ki bu, diyorlar. Ne Mecnun’da vardır, ne Ferhat’ta, Kerem’de… Doğru mu?
Bülbül boynunu bükmüş, derin bir iç çekmiş.
– Doğru kardeş, demiş. Doğru! Eşeği bu kez daha büyük bir şaşkınlık almış mı sana. Kulaklarını eğip, dudaklarını sarkıtmış:
– Vallahi çok şaştım birader, demiş. Neden dersen, geçende senin o güllerden birini yedim, hiçbir şeye benzetemedim. Çünkü ne tadı vardı, ne tuzu…
Ah, insanlar arasında, bülbülü tanımadıkları yetmiyormuş gibi, bir de güle olan tutkusunu bilmeyen nice nice eşekler yok mudur?
 

Adil Paylaşma

Aslan, kurt ve tilki arkadaş olup avlanmaya çıkmışlar. Günün sonunda, bir öküz, bir keçi ve bir de tavşan avlayan kafadarlar avlarını bir mağaraya getirmişler. Aslan kurda dönerek “Hadi bakalım!” demiş. “Şu hayvanları paylaştır da karnımızı doyuralım.” Demiş.
Kurt ezile büzüle: “Ey büyük sultanım.” Demiş. “Şu öküzü siz buyurun, keçi benim, tavşanda tilki kardeşin olsun.” Demiş.
Aslan birden çok kızmış. Ve “Bre küstah!” demiş. Sen kim oluyorsun? Ben varken sana pay etmek düşer mi?” Sonra da bir pençe darbesiyle kurdu yere sermiş. Bu kez tilkiye dönüp “Öyle aval aval bakma da paylaştır şu avları bakalım.” Demiş.
Tilki “Pay etmek haddim değil ama madem emir buyurdunuz söyleyeyim. Tavşan sabah kahvaltınız, öküz öğle yemeğiniz olur. Keçiyi de akşam yersiniz.” Demiş.
Aslan bu paylaştırmadan çok hoşlanmış ve tilkiye, bu kadar adil bir paylaştırmayı nereden öğrendiğini sormuş. Tilki de: “Yüce efendim!” demiş. “Şu haddini bilmez kurdun halinden öğrendim.” Demiş.
 

Dünyadan El Çeken Sıçan

Bu bir Doğu masalı, alınmasın kimse! Bir sıçan varmış evvel zaman içinde. Yorulmuş, canından bezmiş bu sıçan; Çekmiş elini yalan dünyadan, gitmiş, kapanmış, tek başına bir peynirinin içine.
İn cin yok, ıssız bir yermiş burası:
— Tam erilecek yer, demiş bizim yeni zaman evliyası. Dişini, tırnağını işletmiş, Kovuğunu delmiş, genişletmiş. Az zamanda kurmuş içerde tekkeyi; Postu serip muradına ermiş; Yağlanmış, göbek koyvermiş.
Allah böyle bolundan verir işte kendini Allah’a verenlere!
Günün birinde bu sofu kişiye elçiler gelmiş sıçan milletinden biraz yiyecek istemeye.
Yurtdışına gidiyormuş bu elçiler saldırgan kedi milletine karşı yardım isteyeceklermiş dünyadan:
Dört bir yandan sarılmış çünkü Sıçanistan.
Beş parasız çıkmışlar yola, neden derseniz sıfırı tüketmiş koca devlet abluka yüzünden.
— Az bir şey istiyoruz, demişler; dört beş günlük yiyecek yeter.
— Dindaşlarım, demiş bizim evliya; Benim artık alışverişim yok ki
Bu dünyanın işleriyle.
Allahına sığınmış bir fakir
Size nasıl yardım edebilir?
Ne gelir elimden hayır duadan gayrı?
Allah büyüktür, düşünür sizi;
Bu beladan da kurtarır milletimizi.
Hazret bunları söylemiş
Ve kapıyı sürgülemiş!
Sizce kim,
Bu cimri sıçanla anlatmak istediğim?
Bir papaz mı? Yok canım, bir derviş:
Hiç böyle Hristiyan olur mu? Nerde görülmüş?
 

Deve İle Fare

Ufacık bir fare, kocaman sahipsiz bir devenin yularını eline almış; kurumla yürümeye başlamış.
Fare, yoldan geçenlere,
-Yahu ben ne yiğit bir fareymişim. Koca bir deveyi kontrol ediyorum, diye aklı sıra hava atıyormuş.
Aslında deve, sadece yumuşak huyluluğundan fareyle beraber yürüyormuş. Fakat farenin böbürlenmesini fark edince ona bir ders vermeye karar vermeye karar vermiş. Gide gide bir ırmağın kıyısına varmışlar. Karşıya geçmeleri gerekiyormuş. Fakat bizim fare ırmağın kıyısında donup kalmış. İleri gidemiyor geri dönmeyi de gururuna yediremiyormuş.
Deve, farenin durumuna kıs kıs gülmüş ve demiş ki:
– Neden durdun? Niçin böyle şaşıp kaldın? Irmağa gir de yola devam etmiş.
Fare mırın kırın etmiş;
– Bu ırmak çok geniş ve anlaşılan çok da derin… Ben boğulmaktan korkuyorum, diye cevap vermiş.
Deve,
– Hele bir ölçeyim, ne kadar derinmiş bakalım, diyerek suya bacağını sokmuş. Bakmış ki suyun derinliği ancak dizine kadar geliyor; hemen fareye dönüp
– A kör fare, su dize kadarmış. Neden şaşırıp bocaladın, diye sormuş.
Fare,
– Sana karınca gibi görünen, bana dev gibi gelir. Senin dizine kadar ama benim boyumu aşar, cevabını vermiş. Deve farenin iyi bir ders alması için şunları söylemiş:
– Öyleyse bir daha küstahlık edip de olmadığın gibi görünmeye çalışma. Sen git de kendin gibi farelerle boy ölçüş.
Fare,
– Haklısın, yaptığım hatanın farkına vardım. Özür dilerim. Şimdi lütfen beni bu ırmaktan geçirir misin, demiş.
Deve, fareye acımış:
– Haydi bakalım, sıçra da hörgücüme otur. Bunlardan geçmek benim işimdir. Seni de senin gibi yüzlercesini de geçiririm.
 

Tavusluk Taslayan Çakal

Bir çakal, gezip tozarken bir boyaca küpüne düştü. Uzunca bir süre küpten çıkmayı beceremedi. Sonra zorlanarak da olsa kurtulmayı başardı.
Çakalın postu burnundan kuyruğuna kadar boya oldu. Tüyleri çeşit çeşit renge boyanmış güneş de o renkli tüyleri bir güzel parlatmıştı.
Çakal, rengarenk olmuş postuna baktı. Durumunun gülünçlüğünü fark etmeyip, “ben yüce bir tavus kuşu oldum!” deyiverdi.
Bu şaşkın, eskiden beri arkadaşları arasında büyüklük taslayan ve öne çıkmayı arzu eden bir çakaldı.
Kendisini bir tavus kuşu gibi hayal ede ede arkadaşlarının yanına vardı.
Diğer çakallar onu böyle hem renk cümbüşü içinde hem de kurumlu kurumlu yürür görünce çok şaşırdılar.
– Ey çakalcık! Bu ne hal? Hayırdır, diye sordular.
Bizim boyacı küpünü düşmüş çakal, arkadaşlarına cevap bile vermedi. Kendisiyle ilgilenmeye devam etti. Dostları bu renkli çakalı ayıpladılar. Onunla dalga geçtiler. Rengarenk çakal, kendisini ayıplayanlardan birine dönüp dedi ki:
– Hele bir bana ve şu güzel renklerime bak. Benzersiz güzelliğimle gül bahçesine döndüm. Görkem, canlılık, güç ve renk gör! Bana dünyalar güzeli diye seslen!
Sonra toplanan ve mumun etrafındaki pervaneler gibi çevresinde dönüp duran diğer çakallara seslendi:
– Ey dostlar, artık bana çakal demeyin! Çakalda böyle güzellik ne arar?
Çakallar,
– Peki o zaman sana ne diyelim, diye sordular.
O kendine bilmez hiç düşünmeden,
– Tavus deyin, diye cevap verdi.
Çakallar işi hepten alaya vurdular:
– İyi ama tavuslar gül bahçelerinde salınıp cilve ederler. Sen de cilve edebilir misin?
– Hayır!
– Tavuslar gibi bağırabilir misin?
– Hayır!
Bu cevaplar üzerine çakalların en yaşlı olanı o kibirli çakala şunları söyledi:
– O zaman boşuna böbürlenip de kafamızı şişirme. Çünkü sen tavus değilsin. Tavusun güzel tüylerini Allah yaratmıştır. Hileyle lafla o yaratılıştan gelen güzellik hiç elde edilebilir mi?
 

İki İnatçı Keçi

Vaktiyle köyün birinde yaşayan iki keçi varmış. Bu keçiler öyle inatçıymış ki biri ne yapsa, diğeri muhakkak onun tersini yaparmış. Öyle ki biri otlanmak için tarlanın karşı ucuna gitse diğeri muhakkak bu ucundan başlarmış otlamaya. Keçilerden biri benekli, diğeri kara imiş. Benekli ile kara keçi otlanmak için dağlara, bayırlara, meralara gitmiş. Her tarafta yemyeşil bitkiler, taze taze çalılar varmış. Otlaya otlaya çay kenarına kadar gelmişler. İki inatçı keçinin biri çayırın yanında, öbürü ise diğer tarafındaymış. İkisi de artık diğer tarafa geçmek istemiş. Azgın akan çayın üzerinden geçen köprü çok uzaktaymış. Hemen yakınlarında çayın tam üzerinde duran bir sırık varmış. Bu sırık köprü olarak kullanılırmış. Körü o kadar darmış ki iki gelincik bile yan yana geçemezmiş. Bu uyduruk köprünün altından azgın bir çay akıyormuş. En cesur kişiler bile bu çaydan korkarlarmış. Olacak bu ya bizim inatçı keçilerin ikisi de bu sırıktan köprüye yönelmiş. İki keçi sırık köprünün tam ortasında karşı karşıya gelmişler. Benekli keçi önce davranmış ve kara keçiden yol vermesini istemiş.

“Çabuk bana yol ver! Karşıya geçeyim.” demiş. Kara keçi ise yol vermek istemiyormuş:
¬Önce ben çıktım köprüye. Asıl sen bana yol ver de karşıya geçeyim, demiş.

Keçiler birbirinden inatçıymış. O bana yol ver diğeri bana yol ver derken zaman bayağı geçmiş ve çok sinirlenmişler. Benekli keçi şöyle geri geri çekilmiş ve kara keçiye doğru toslamaya niyetlenmiş. Kara keçi boş durur mu? O da hemen geri çekilmiş. Hızla birbirlerine toslamışlar. Bu kavgada ikisi de çok ama çok yorulmuşlar. Bir tos, iki tos derken ikisi birden dengesini kaybedip çayın içerisine düşmüşler. Her iki keçi de derenin içinde bata çıka sürüklenmeye başlamış ve yaptıkları hatanın farkına varmışlar. İkisi birden “Keşke bu kadar inatçı olmasaydık.” demiş. İnatları yüzünden azgın akan çayın içinde canlarından olmuşlar.
 

Kaplumbağa ile Tavşan

Evvel zaman içinde bir tavşan ve Kaplumbağa varmış. Bu Tavşan Kaplumbağayı gördüğü her yerde alay ediyormuş. Onun, dünyanın en yavaş yaratığı olduğunu söylüyormuş. Kaplumbağa, Tavşanın bu sözlerine önceleri aldırış etmiyormuş. Ancak bir gün, diğer hayvanların önünde Tavşanı yarışa davet etmiş. Tavşan kulaklarına inanamıyormuş.
– Sen benimle alay mı ediyorsun? Sen bir yere bir kez gidinceye kadar, ben bin kez gidip gelebilirim, demiş.
Kaplumbağa,
– Halep oradaysa arşın da burada, diye karşılık vermiş.
– Sana yaşamın boyunca unutamayacağın bir ders vereyim de gör, demiş.
Bunun üzerine diğer hayvanlar yarışılacak mesafeyi belirlemişler. Tilkiyi de hakem seçmişler. Yarış, Tilkinin keskin sesi ile başlamış. Yarışın başlamasıyla bir ok gibi yerinden fırlayan Tavşan, bir anda gözden kaybolmuş…

Kaplumbağa ise her zamanki ağır temposu ile yola koyulmuş. Tavşan bir süre sonra durup, Kaplumbağanın kendisine yetişmesini beklemiş. Ama kaplumbağa görünürde yokmuş. Tavşan biraz koştuktan sonra ardına dönüp bakmış ki Kaplumbağa çok gerilerde kalmış, ağır ağır ona yetişmeye çalışıyor. Tavşan “Aman koşup da kendimi yormama ne gerek var? Şurada oturup biraz havuç yiyeyim.” Diye düşünmüş ve bir ağaç gölgesine oturarak havucunu yerken sıcağın da etkisiyle uyuyakalmış. Bir süre sonra Kaplumbağa gelmiş mışıl mışıl uyuyan Tavşanın yanından yavaşça geçmiş. Kaplumbağa yarışı bitirmek üzereymiş ki Tavşan uyanmış. Ama iş işten geçmiş. Kaplumbağa bütün hayvanların alkış ve çığlık sesleri arasında yarışı önde bitirmiş, Tavşan ise ağaç gölgesinde kalakalmış. Kaplumbağa,
– İşte demiş, ağır giden emin gider. Bir daha kendine fazla güvenme, yarışı kaybedersin demiş. Utancından gizlenecek bir delik arayan Tavşan kimseye görünmeden, çalılar arasında kaybolup gitmiş.
 

Ağustos Böceği İle Karınca

Yaşamını sürekli şarkı söyleyerek geçiren, tembel mi tembel bir Ağustos böceği varmış. Yaz mevsimi boyunca saz çalıp şarkılar söylermiş. “Cıır, cııırr, cııırrrr.” diye bıkmadan yorulmadan sürekli ötermiş. Sanki işi yalnızca buymuş. Oysa mevsim yaz olduğu için çalışması gerekirmiş. Fakat ne gezer… Bizim ağustos böceği avare avare dolaşmış. Uzun yaz günlerini hep güle oynaya geçirmiş…

Derken günlerin nasıl geçtiğini anlayamadan soğuk kış mevsimi gelmiş çatmış. Havalar iyice soğumuş. Ağustos böceği üşümüş. Tir tir titremeye başlamış. Karnı da çok acıkmış. Yiyecek bulmak amacıyla her yeri dolaşmış. Aramış, taramış ama bir lokma olsun yiyecek bir şey bulamamış. Çevrede ne bir böcek ne de bir sinek varmış. “Karnımı nasıl doyurayım?” diye düşünürken aklına bütün yaz devamlı çalışan minik komşusu karınca gelmiş. Koşarak gidip karıncanın kapısını çalmış. “Tak, tak, tak!”
– Kim o, diye seslenmiş, karınca içeriden.
– Benim, Ağustos böceği.
Karınca kapıyı açmış, karşısında tir tir titreyen Ağustos böceğini görmüş. Karınca,
– Ne istiyorsun, diye sormuş.
Ağustos böceği:
– Aman karınca kardeş, çok açım. Üstelik çok üşüyorum. Bana biraz yiyecek ve ısınmama izin verir misin? Ödünç istiyorum. Önümüzdeki yaz borcumu öderim.
Karıncanın borç vermek gibi bir huyu yokmuş. Bu nedenle borç vermek istememiş. Ağustos böceği yalvarmış, borcunu ödeyeceğine yemin üstüne yemin etmiş. Ağustos böceğinin bu yalvarmaları üzerine karınca:
– Uzun yaz günleri geçti. O zaman ne yaptın anlat bakalım. Ağustos böceği yüzü hiç kızarmadan,
– Yaz boyunca saz çaldım. Şarkılar söyledim, diye karşılık vermiş. Bunun özerine karınca:
– Ben tüm yaz boyunca harıl harıl çalışırken, sen saz çalış şarkılar söyledin, öyle mi? diye öfkeli bir şekilde homurdanmış, Ağustos böceği,
– Evet saz çalıp şarkılar söyledim, demiş.
Karınca kapısını ağustos böceğinin yüzüne kapatırken,
– Madem saz çaldın, şarkı söyledin bütün yaz. Öyleyse kışın da oyna biraz, belki ısınırsın, demiş.

İşte bizim masalımız budur. Yarınını düşünmeyenin sonu ağustos böceği gibi olur.
 

Karga İle Tilki

Dağ çiçekleri ile dolu bir vadiye gelen tilki bir süre durmuş ve yeşil çimenlere uzanarak, ırmağın diğer tarafındaki küçük köye bakmış. Burası öylesine sakin ve güzelmiş ki…

Tilki uzunca bir süre burada kalıp uyuyabilirmiş. Ama ne yazık ki karnı açmış. Avlanmak zorundaymış. Bu nedenle, yavaşça uzandığı yerden kalkıp ırmağın karşı kıyısına geçmiş. Sonra köyün çevresinde bir keşif turu yapmış. Tam bu esnada karganın biri uçarak ormandan gelmiş. Yiyecek bir şeyler bulabilmek ümidiyle köyün üzerinde dolanıyormuş. Bir köylünün güneşte peynir kuruttuğunu görmüş. Bir ara köylünün içeri girmesinden yararlanarak, bir pike dalışı yaparak kocaman bir parça peyniri kaptığı gibi havalanmış. Biraz sonra peyniri kapan karga bir ağacın dalına konmuş. Tam bu sırada oradan geçmekte olan tilki de ağacın dibine oturmuş Açlığını gidermek için planlar yapmaya başlamaktaymış. Karga ağzını şapırdata şapırtada çaldığı peyniri yerken tilkinin midesi açlıktan kazınıyormuş. Tilki tepesindeki bu nimete ümitsiz ümitsiz bakıyormuş. Tilki bir şeyler yapmalıymış. Yoksa açlıktan ölebilirmiş. En tatlı sesiyle: “Aman Tanrım! Gözlerime inanamıyorum!” demiş. “Sen misin karga kardeş? Benim sevgili dostum, dünyanın en iyi, en güzel sesli şarkıcısı. Bilsen ne zamandır seni arayıp duruyorum. Seni böyle beklenmedik bir anda karşımda görmek beni ne denli sevindirdi bilemezsin. Lütfen müziksever dostuna bir şarkı okur musun? Karga şarkı söyleyecek olmuş. Tilki devam etmiş sözlerine:

– Aman Tanrım. Bayıldım! Bu ne güzel ses, bu ne güzel şarkı söyleyiş! Senin iyi bir şarkıcı olduğuna hiç kuşkum kalmadı. Bir iki şarkı daha söyler misin lütfen, demiş.

Bu iltifata dayanamayan karga göğsünü gerip derin bir nefes aldıktan sonra ötmeye başlamış. Tilki yine:
– Harika! Enfes! Ancak dostum anlaşılan çok ceviz yiyorsun! Bu ise sesine zarar verir. Biraz az ceviz yersen sesin daha gür olur. Hani bir şarkı vardı. Ah, nasıl o… Ha! Anımsadım! Şu gak gak gak diye başlayan şarkı. Ne hoş bir şarkıdır o! Lütfen, onu da söyleyiver de müziğe susamış ruhum, biraz olsun susuzluğumu gidersin, demiş.

“Dinle bakalım” diyen karga bu kez daha da beğenilmek amacıyla ağzını açıp gururla bütün gücünü toplamış. “Gak… gak… gak!” diye sesler çıkarmaya başlamış. Böyle sesler çıkarmaya başlamış ama karga ağzını açar açmaz ağzındaki peynir tilkinin ayaklarının dibine düşürmüş ve büyük bir pişmanlıkla peynire bakmaya başlamış. Tilki, tatlı tatlı konuşmasıyla kargayı kandırmayı başarmış, ağzındaki kocaman peyniri almış. Tilki, karganın bu üzgün bakışlarına aldırmadan, onun düşürdüğü peyniri ağzına almadan önce kargaya seslenmiş:
– Sevgili karga kardeşim. Sana çok teşekkür ederim. İstediğimi elde ettim. Sen sen ol, bir daha sesinin güzelliklerinden bahseden olursa, dilini sıkı tut.”
Sonra peyniri ağzına alarak oradan uzaklaşmış.
 

Köpek İle Kurt

Büyük bir ormanın derinliklerinde kendi halinde bir kurt yaşıyormuş. Gün gelmiş bu kurt açlıktan ölecek hal gelmiş. Hiç yiyecek bulamıyormuş. Kurt bir gün ormandan çıkıp, otlamaya çıkan kuzu sürüsünden bir kuzu çalıp karnını doyurmanın hesabını yapmaya başlamış. Ama bütün uğraşlarına karşın bunu bir türlü başaramamış. Ne yaptıysa tüm uğraşları boşuna gitmiş. Çünkü çoban köpekleri koyun sürüsünü çok iyi koruyorlarmış. Kurt, yuvasına dönerken yolda bir köpekle karşılaşmış. İçinden “Tam ağzıma layık bir lokma. Şunu parçalayıp güzelce yiyeyim.” Diye düşünmüş. Fakat son anda korkmuş. “Ya o beni parçalarsa?” diye işi alttan almış. Köpeğe tatlı sözler söyleyip güzelliğini övmeye başlamış. Köpek,
– İstersen sende benimle gel. Arkadaşlarının haline bak, tümü açlıktan ölecek gibi. Benimle birlikte çiftlikte sende mutlu yaşarsın, demiş. Kurt,
– Tamam köpek kardeş. Çiftlikte yaşayabilmem için, ne gibi işler yapmam gerek, diye merakla sormuş. Köpek,
– Hiçbir iş yapmayacaksın. Sahiplerine kuyruk sallayacak, çevrendekilere şirin ve sevimli görüneceksin. Karşılığında sana güzel yiyecekler verecekler… Nefis tavuk kemiklerinden kuş kemiklerine kadar değişik şeyler yiyeceksin. Böylece avlanma zahmetinden de kurtulmuş olacaksın, diye yanıt vermiş.
Kurt, köpeğin bu anlattıklarına çok sevinmiş. Duydukları karşısında ağzının suyu akmaya başlamış… Tüm yiyecekler gözünün önünde canlanmış. “Kararımı verdim köpek kardeş, seninle geliyorum.” demiş. Böylece kurt ile köpek birlikte çiftliğin yolunu tutmuşlar. Yürürken bir ara kurdun gözü köpeğin boynuna takılmış. Boyun tüylerinin dökülmüş olduğunu görmüş. Hayretle:
– Aaaa! Bu da ne, köpek kardeş? Boynundaki tüyler neden döküldü? Yoksa birisiyle mi boğuştun, diye merakla sormuş. Köpek,
– Hayır, kimseyle boğuşmadım. Önemli bir şey değil, diye yanıt vermiş.
Meraklanan Kurt,
– Sakın o izler boynuna takılan tasma izleri olmasın, demiş. Köpek,
– İyi bildin, kurt kardeş. Biz köpeklere sahiplerimiz tasma takarlar, demiş.
Bu sözler üzerine kurt,
– Yani siz köpekler özgür değil misiniz? diye sormuş.
Köpek:
– Her zaman değiliz, demiş. Kurt,
– Ben özgürlüğümü hiçbir yiyeceğe değişmem, diyerek, köpekten ayrılarak tekrar ormanın yolunu tutmuş.

İlgili Makaleler

8 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir